VENDEE’DE SOLAN GÜLLER
Nisan ayı gelmişti. Avrupa’nın çoğu ülkesinde çiçeklerini, yapraklarını ve kuş cıvıltılarını en güzel kokusuyla etrafa yayan bahar, bu sene bu şehre sanki uğramamıştı. Büyük ihtilalin üzerinden geçen dördüncü bahar olmasına rağmen, Fransa’nın orta-batısında yer alan bu mütevazı şehir bahar havasını değil, bir isyanın arefesini yaşıyordu. Bölgenin kırsal kesiminde yaşayan dindar köylülerin yüreğinde dört yıldır biriken kin, dışa vurmak için nisan ayının onaltısını beklemişti sanki. Devrimin ardından rahipleri tutuklanan, ayine giden kadınları eziyet gören, dişinden ve tırnaklarından artırdıklarıyla ayakta tuttukları kilisenin mal varlığını el konulan, ölülerinin mezar başına haç dikmesi bile yasaklanan Vendee halkının sabrı taşmıştı. Her akşam Atlas Okyanusu’nun ufuklarında batan güneşi son uğurlayan şehir olan Vendee sakinleri için dün gece kilise kapılarına vurulan mühür bardağı taşıran son damla olmuştu.
. Köylülerin yüreğinde yanan ateşi şehrin ortasından geçen Vendee Nehri’nin seri suları bile söndüremezken, gergin hava nehrin diğer kıyısında bulunan Axel köşkü sakinlerine de sirayet etmişti. Altı kuşaktır bu köşkte yaşayan ve üç kuşaktır Nantes bölgesinin en soylu sülalesi olma özelliğini taşıyan bu ailenin son temsilcisi Kont Francois Axel, beş yıl öncesine kadar dük olma hayalleri kurarken, kraliyet yönetiminin etkinliğini kaybetmesi ile siyasal gücünü yitirmiş, devrimden sonra ailesinin itibarını korumak için cumhuriyetçi kimliğe bürünerek Rochelle Kıyı Ordusu Komutanı olmuştu. Nehrin diğer kıyısında yaşanan ayaklanmanın sebebi ve bir süre sonra parlamentonun vereceği “isyancıların katledilmesi” emrinin uygulayıcısı olacak olan Kont Francois Axel, yaşadığı huzursuzluğu biricik eşi Kontes Karoline ile çıktığı kır gezileri ile defetmek istiyordu. “Zafer Arabası” adını verdikleri faytonun bordo derili koltuklarına kurulan Kont ve Kontes Axel, yılan gibi kıvrılan nehrin yakınındaki sümbül kokulu vadilerde dinlenip ördek avlanıyorken, köşkte Baba yadigarı uşaklarına emanet ettikleri biricik kızları Leydi Syefena’nın minik kalbinde günden güne bir korku büyüyordu.
İki hafta önce ömrünün yirminci yılına adım atan leydi yaş almanın hatta yaşamanın sevincinden çok uzaktaydı. Gününün çoğunu odasının yukarı doğru sürgülü ahşap penceresi önünde geçiren Leydi Syefena’nın evdeki tek sırdaşı olan uşak Gabriel, büyükbabanın vefatından sonra da evde uşak görevini üstlenmeye devam etmiş, büyükbabaya olan vefa borcunu biricik torunu Leydi’nin her derdi ile ilgilenip onu mutlu ederek ödemeye yemin etmiş biriydi.
. Ellili yaşların sonlarını yaşayan bu adamın, çatık kaşlarına ve yanlara doğru sivrilen pala bıyıklarına rağmen merhametinden ve sadakatinden kimse şüphe duymazdı. Dökülen saçlarına rağmen başının üst kısmında duran “vefalı dostlarım” dediği birkaç saç telini avucunun içiyle sürekli okşar, nasır tutmuş ellerini beyaz kumaş eldivenle kamufle etmekten memnuniyet duyardı. Şimdi o elleri arasında duran bir buket pembe gül ve içine iliştirilmiş küçük bir not ile Leydi’nin kapısının önünde hayatı boyunca yaşamadığı sükuneti ve çaresizliği yaşamaktaydı.
Köşkte uçan sinekten bile haberdar olan uşak Gabriel için pembe gül dolusu buketin kimden geldiğini tahmin etmek zor olmamış, göz ucuyla süzdüğü notun sonundaki “Elveda!” yazısını görünce tahmininde yanılmadığını da anlamıştı. Çiçek şüphesiz Andre Benard’dan geliyordu ve anladığı kadarıyla bu ondan gelen son çiçek olacaktı. Bir zamanlar kasabanın en dürüst avukatı iken devrimin ardından kraliyetçi tutumu nedeniyle mesleğinden istifa ederek isyan ateşini başlatan isimlerden biri olan bu yakışıklı genç, aynı zamanda yıllar önce gönlünü Leydi Syefena’ya emanet eden ama bu uğurda yaşadığı zorluklara rağmen topraklarını asla terk etmeyen dindar bir yerliydi. Yirmi iki yaşında mesleğe başladığı günlerde tanıştığı Leydi Syefena’ya kalbini açan delikanlı, on beş yaşındaki Leydi’nin de sevgisine karşılık vermesi ile bugüne kadar gizli kalan -sadece uşak Gabriel’in gizli şahitliğinde süregelen- ve her mektubunda ölümsüz diye betimlediği aşkın ölüm fermanını bugün bir buket gülün içine iliştirmişti.
Her zamanki gibi aralıklı olarak tıklattığı kapının ardından “Geliniz Gabriel!” sesini işiten uşak, güzelliği ile dışarıdaki baharı kıskandıran Leydi’nin hüzünlü gözlerine bakamayacağını anlayınca, “Size geldi Leydim.” diyerek buketi eteği tüllü beyaz koltuğun üzerine bıraktı ve kolçağı olmayan koltuğun en ucuna oturdu. Her zaman üzerinde bulunan siyah pardesü şu an ayrı bir matemi simgeliyordu adeta. Beyaz eldivenlerini istemsizce çıkarma gayretiyle sanki bir günahın delillerinden kurtulmak ister gibiydi. Leydi Syefena iki eliyle kavradığı turkuaz renk tuvaletinin kabarık astarlarını yukarı çekerek seri adamlarla uşağa yaklaştı. Buğusunu kaybetmeyen nemli gözlerini silmek için her an elinde hazır ettiği beyaz mendilini dağılmış pembe çiçeklerin yanına bırakarak birkaç satırdan oluşan notu eline aldı. Titreyen parmakları ve ıslak kirpikleri arasında güçlükle çözebildiği kelimeleri anlamlı bir cümle haline getirdiğinde, birden nefesi kesilmişçesine elini göğsünde buluşturup hıçkırarak ağlamaya başladı. Yüzüstü kapandığı kırlentlerin çiçekli desenleri Leydi’nin göz pınarları ile sulanırken, uşak Gabriel’de beklenen bir sonu biliyor olmanın suskunluğu ve bu sona engel olamayışın çaresizliği hakimdi. Bay Benard, Kont Axel’in çıkardığı kararla yakalanan isyancılardan biri olmuş ve Avusturya ile başlayan savaşta görev verilmek üzere cepheye sürgün edilmişti. Bay Benard ve Leydi Syefena’nın da bildiği gibi uşak da çok iyi biliyordu ki bu gidişin dönüşü yoktu.
Leydi’nin acı dolu inlemelerine dayanamayan gül buketi, uşağın donuk bakışları arasında koltuktan yere düşerken, solmuş yaprakları dört bir yana savrulmuştu.
Ümit TAŞLICALI