Simone Kaslowski Tüsiad Yönetim Kurulu Başkanı YİK Açılışnda Konuştu
Bugün, sanal ortamda sizinle toplanmaktan gerçekten büyük mutluluk duyuyorum. Birbirimizle buluşacağımız günleri de doğrusu iple çekiyorum.
Uzun bir aradan sonra yaptığımız bu toplantıda, sona ermekte olan yılın kısa bir değerlendirmesini paylaşmak ve içinde bulunduğumuz durumun nasıl aşılabileceğiyle ilgili görüş ve çalışmalarımızı dikkatinize sunmak istiyorum.
2020 yılı başladığında, pek azımız bizi nelerin beklediğini tahmin edebiliyordu.
Daha önce Asya’da veya Afrika’da patlayan salgınlar gibi, Covid-19’un da o bölgelerle sınırlı kalacağını, sadece biz değil, Batı’da yaşayan pek çok kişi de düşündü.
Salgının kaynağından doğru bilgi akışının sağlanmaması, belki de önlenebilecek bir küresel felaketin önünü açtı.
Ülkelere, bireylere, ekonomilere büyük zarar verdi.
Gelir dağılımı uçurumu derinleşti. Eşitsizlik ve yoksullukta patlama yaşandı. Dışardan tedarikin riskleri su yüzüne çıktı. Tedarik zincirlerinin güvenliği çok büyük önem kazandı. Yatırım faaliyetleri bu doğrultuda şekil almaya başladı.
Yerli sanayinin korunmasının önemi giderek daha fazla vurgulanır oldu. Dünya Ekonomik Forumu’nun Başkanı Klaus Schwap, neo-liberal anlayışın bırakılması gerektiğini, artık farklı bir küreselleşme modelinin gerektiğini yazdı.
Pandemi tecrübesi, iklim değişikliği sorununun küresel ölçekte yaratacağı etkinin boyutunu, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirginleştirdi.
Yılın sonlarına doğru aşı çalışmalarından gelen haberler, tünelin sonunda bir ışık olduğu müjdesini verdi. Bilim ile bilim dışının anlaşılmaz şekilde bir büyük mücadele içine girdiği günümüzde, bilim insanlığa katkısını bir kez daha gösterdi.
Geliştirilecek aşıların, dünyadaki tüm insanların erişimine, dayanışma içinde, eş zamanda ulaştırılmasını diliyoruz ve bekliyoruz.
Bu kadar kısa sürede böyle bir ilerlemenin kaydedilmesi bilim dünyasındaki işbirliği ahlakı, karşılıklı güven ve bilgi paylaşımına dayanıyor. Öncü şirketlerden BioNtech’in kurucularının Türk kökenli olması bizler için bir gurur vesilesi oldu. Gerekli eğitim, özgür araştırma ortamı ve imkân sağlandığında insanlarımızın neleri başarabileceğini gösterdi.
Hepinizin bildiği gibi hemen hemen tüm ekonomiler, bu dramatik değişikliklere ve pandemi krizinin şoklarına hazırlıksız yakalandı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de iktisat biliminin gereklerinden sapma gösteren politikalar, sorunların derinleşmesine yol açtı. Büyümeyi gözeten bir yaklaşım benimsenirken, bunun yönetiminde sorunlar yaşandı.
Büyüme tercihi bir ölçüde gerekli sayılabilir. Ancak bu politikanın izlenmesinde çıkan sorunlara uygun tepki verilmemesi sonucu, tıkanıklıklar yaşandı. Doğru zamanda araç ve güzergâh düzeltmesine gidilmemesi piyasalarda dengesizliklere, döviz rezervlerimizin erimesine yol açtı.
Sayın Sağlık Bakanımızın son dönemdeki beyanlarından ise, pandeminin yaygınlığı ve toplumsal sağlığa verdiği zararın tahmin edilenden daha vahim olduğu anlaşıldı. Yeni alınan tedbirler, durumu bize tüm çıplaklığıyla göstermiş oldu.
İş dünyası olarak bir taraftan çalışanlarımızın sağlığını ve istihdamı korumaya çalışırken, diğer taraftan olağanüstü etkilenen piyasa koşulları ile mücadeleye odaklandık.
Tüm bu süreç boyunca ekonomik istikrar, piyasa işleyişi, pandeminin sektörel etkileri ve dış ticaret gelişmeleri ile ilgili olarak özel sektörün görüş ve önerilerini karar alıcılar ile sürekli paylaştık.
Üyelerimizin şirketlerinin, hangi sektörde olurlarsa olsunlar, bir taraftan krizi yönetmeye çalışırken, diğer taraftan da piyasa, iş yapma ve yönetim tarzlarını sarsan bu değişim dalgasına uyma çabasında olduklarını biliyorum.
Dünyada artan şirket ve devlet borçluluğu, yeni şartlara uyum açısından hepimizi zorluyor. Devletlerin piyasa mekanizmalarını tahrip etmeden neler yapması gerektiği hususu ile yeni bir parasal genişleme döneminin arifesinde olup olmadığımız tartışılıyor.
Bu aşamada, yeni ekonomi yönetimiyle yeni bir başlangıç yapma olanağı doğdu. Nitekim ilk alınan tedbirler piyasalarda hemen bir rahatlamaya yol açtı.
Yaşadığımız onca deneyimden sonra, ekonomi yönetiminde neye ihtiyacımız olduğunu şaşmaz bir kesinlikle biliyoruz: Yalınlık, şeffaflık, öngörülebilirlik, kurumsallık, hesap verilebilirlik, karar vericilerle ekonominin aktörleri arasında yapıcı ve süreklilik arz eden bir iletişim.
Bu özelliklerin kısa vadeyi yönetirken, uzun vadede atılması gereken zorunlu adımlara da bizi hazırlayacağına inanıyoruz.
Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz bir ders daha var: Ekonomi politikaları, piyasaların işleyişi, sermaye akışlarının yönü elbette rasyonel yaklaşımlara, iyi yönetime, konusuna hâkim teknokrat ve bürokratlara gereksinim duyuyor. Ancak bunlara ilaveten hukukun üstünlüğü, hızlı ve adil şekilde çalışan güvenilir bir yargı sistemi olmadan, bu özellikler kalıcı ve sürdürülebilir büyümenin önünü açmaya, yatırım sermayesinin ülkeye akmasını tek başlarına sağlamaya yetmiyor.
Bu nedenle, reform hedefleri ilan edildiğinde, hukuk ve yargı reformunun da bu gündemin içinde olduğunu duymak memnuniyet verici oldu. Bu reformlar, toplumu her açıdan etkileyen genel bir hukuk felsefesi ve yargı anlayışı çerçevesinde ele alınmalı, toplumsal katkı alacak şekilde formüle edilmelidir.
Covid öncesinde başlamış köklü dönüşümlerin pandemi nedeniyle hızlandığı bir döneme girdik. Çin’in yükselişi, dünya gelirinin ve nüfusunun yüzde 30’unu oluşturan ülkelerin yeni imzaladıkları Bölgesel Kapsayıcı Ekonomik Ortaklık anlaşması, dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesini yarattı. Başkan Trump’ın daha göreve gelir gelmez Obama döneminde imzalanan, gene devasa bir serbest ticaret bölgesi yaratan Trans Pacific Partnership anlaşmasından çekilmesinin yarattığı boşluğu Çin doldurdu.
Bu anlaşmanın kapsamı Trans Pacific Partnership’e göre oldukça mütevazı olsa da bu gelişmeye Çin’in yükselişinin bir simgesi diye de bakabiliriz.
Dört yıllık bir kargaşa ve müttefiklerle yaşanan sorunlu bir dönemin ardından, ABD’nin yeni yönetiminin bu durumda nasıl hareket edeceği sorusunun cevabı gelecek yılın akışını önemli ölçüde belirleyecek.
Başkan seçilen Biden’in ilk Bakan tercihleri, ekonomide istihdam ve eşitsizlik meselelerini ciddiye alan, dış politikada ise ABD’nin asıl gücünü oluşturan ittifak ilişkilerini onarmaya azmetmiş bir ekibin göreve başladığını düşündürüyor.
Bu ekibin ittifak ilişkilerini onarırken gerek demokratik tutumu önceleyerek önceki yönetimden farklılaşmak, gerekse de ABD’nin stratejik rakibi olarak belirlenen Çin ile arasındaki siyasi ve ideolojik ayrımı vurgulamak amacıyla insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında daha aktif bir tutum benimsemesi bekleniyor.
Avrupa Birliği ve ABD’nin yeni yönetimi, yeşil ekonomi programları uygulama iradesine sahiptir. Bu tercihin ticaret ve üretime etkisi derin olacaktır. Devletin de biz şirketler kadar bu gerçek karşısında gerekli adımları atması gerekecektir. Bunu gerçekleştirebilmek üzere biz özel sektör olarak tedbirlerimizi alırız, gerekeni de yapmaya çalışırız. Ancak öncelikle safların daha da keskinleşeceği bir ortamda Türkiye’nin gerek stratejik gerekse ekonomik aidiyetlerini bir kez daha çıkarları doğrultusunda gözden geçirmesi de kaçınılmazdır.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimizdeki kriz herkesin malumu. Karşılıklı suçlamalarla bir yere varılmayacağını iki tarafın da anlaması gerektiğini düşünüyoruz. Taraflar arasındaki güven eksikliği, sinir uçlarının çok açık olması, çıkarlara odaklanmış bir diyaloğun başlamasını engelliyor. Roseline gemisinde yapılan aramadaki hukuksuzluk, yaraların neden bir türlü kapanmadığını gösteren bir gelişmeydi. Sert üslupla yapılan tartışmaların kimseye yarar getireceğini sanmıyoruz.
Avrupa Birliği, Covid sonrasında, bu krizin de etkisiyle kendisine yeni bir rota çizmek üzere ilk adımını attı. Temmuz ayında, bugüne kadar gerçekleşmeyen ortak borçlanma yönünde karar alındı.
Salgın sonrası toparlanma süreciyle sınırlı bu adımın arkasının gelip gelmeyeceğini Türk iş dünyası olarak yakından izlememiz gerektiğini düşünüyorum.
Özgürlükçü demokratik değerleri alenen çiğneyen Polonya ve Macaristan’ın bütçeden pay alabilmeleri, hukukun üstünlüğü kriterine uyumlarının denetlenmesi şartına bağlandı. İkili bunu veto ettilerse de gelecek hafta yapılacak zirvede bu vetoyu aşacak farklı bir formül bulunabilir.
Bu zirve Türkiye-AB ilişkileri açısından kritik önemde. Az önce değindiğim güvensizlik, üslup sertliği ve diyalog eksikliği, Ekim ayında AB Konseyi’nde açıklanan Türkiye kararlarındaki olumlu açılımın, Aralık Zirvesinde önünün tıkanmasına yol açabilir.
İleriye yönelik olarak ilişkilerin farklı bir raya oturtulması gerekiyor. Her iki tarafın çıkarına hizmet edecek yeni bir dönemin başlayabilmesi, her şeyden önce taraflar arasındaki güvenin tesis edilebilmesine bağlı. Karşılıklı olarak güven artırıcı jestlere, söylemlere ve somut bazı adımlara ihtiyaç olduğuna inanıyoruz.
Dış politikanın bir yandan güvenlik sağlarken diğer yandan da refahı artırması gerekir. Bu bağlamda; diplomasinin ve diplomatik dilin daha baskın olduğu bir dış politika tarzına dönmekte, her konuda olduğu gibi ülkeler arası ilişkilerde de karşılıklı güven ortamının yaratılmasında ülkemiz açısından büyük yarar olacağına inanıyoruz. Doğu Akdeniz’de haklı olduğumuz konuların anlaşılmasını da böyle bir yaklaşımın ziyadesiyle kolaylaştıracağını düşünüyoruz.
Değerli üyeler,
Yeni yıla zor koşullarda gireceğimize kuşku yok. Daha önce pek çok kriz yaşamış, bunları yönetmiş ve atlatmış bir ülkeyiz. Temel hak ve hürriyetler konusunda daha az güvenlikçi, daha fazla özgürlükçü bir çizgiye geldiğimiz taktirde, ülkemizin enerjisini verimli ve yapıcı bir yöne sevk edebileceğinden eminim.
Geçtiğimiz Cumartesi günü vefatının 18. Yıldönümünde anılan Prof. Dr. Bülent Tanör, 1997 yılında, biraz evvel Yüksek İstişare Konseyi Başkanımız Sayın Tuncay Özilhan’ın bahsettiği gibi, TÜSİAD için “demokratikleşme perspektifleri” raporunu hazırladığında da Türkiye ağır bir krizden geçiyordu.
Bu rapor nedeniyle kendisi görev yaptığı İstanbul Üniversitesinde baskılara maruz kaldı. Ama o rapor 2000’li yıllarda AB mevzuatına uyum çalışmalarında ve Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin gündeme gelmesi çalışmalarında faydalanılan çok kıymetli bir rehber oldu.
Pandemi öncesinde iktisadi büyüme yaklaşımlarının radikal olarak değişim gösterdiği bir arka plan varken ve yeni, adil ve sürdürülebilir bir küresel denge arayışı hızla sürerken, yeni bir Türkiye Hikayesi’ne ihtiyaç bizce çok açık.
Ancak bu şekilde toplumdaki bölünmeleri, giderek artan karşılıklı itimatsızlığı aşabileceğimizi düşünüyorum. Pek çok çalışmada ve araştırmada bir toplumun kendisini ileriye taşıyabilmesi için en önemli unsurlardan birisinin, hatta başlıcasının güven olduğu ortaya çıkıyor. Bu sözcüğü, hem ortak bir ideale yönelecek olanların birbirine güven duyması anlamında, hem de bu yeni hikâyeye katkıda bulunacak olanların kendilerine güven duymaları anlamında kullanıyorum.
Güveni inşa etmeden kolektif gücümüzü, insan kaynaklarımızı, tarihsel birikimimizden kaynaklanan becerilerimizi harekete geçiremeyiz.
Bu anlayışla, biz de çalışmalarımızı bir süredir bu gereklilik üzerine odakladık. TÜSİAD’ın 50. Yılı olan 2021’de kamuoyu ile paylaşmayı planladığımız bu çalışmadan bazı ipuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Göbeklitepe’den başlayan 12000 yıllık bir medeniyetler tarihine tanıklık etmiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafya bir yandan uygarlıkların, dinlerin, geleneklerin harmanlandığı bir mekân, diğer yandan doğu ile batı arasında hem ticaretin hem insan göçlerinin de geçiş yoluydu. Bugün de enerji kaynaklarının, ticaretin ve maalesef yurtlarından sürülen insanların geçiş yolu.
Ülkemiz bugün de doğu ile batı arasında köprü olma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli ülkemizin ve toplumun tüm kesimlerinin refahını yükseltmek için kullanmak hepimizin elinde.
Topraklarımızın yer üstü, yer altından çok daha zengin ve bu zenginlik daha sürdürülebilir nitelikte. En çok bir nesli doyurabilecek yeraltı maden rezervlerinin en kıymetlisi bile, yüzlerce sene gelecek kuşakları besleyecek tarıma elverişli topraklardan daha kıymetli değil. Bizim sadece bugünü değil gelecek kuşakları da düşünme sorumluluğumuz var.
Dünyadaki başarılı ülke örnekleri gösteriyor ki, kalkınmanın gerçekleşmesinde her aşamada iş birliklerinin büyük önemi var. İş dünyası ile üniversiteler, iş dünyası ile kamu kurumları, iş dünyasının kendi içerisinde tedarik zincirleri ve kümelenmeler işbirliklerinin önde gelen örnekleri. Teknolojiyi geliştirmek de, insan yetkinliklerini yükseltmek de, dünyada aşıyı geliştiren ülke örneklerinde olduğu gibi, ancak bu işbirlikleri ve bilim özgürlüğü ortamı sayesinde gerçekleşiyor.
İş birliklerinin başlıca koşulu ise toplumda, ekonomide, siyasette güven ortamını yaratmaktır. Kastettiğimiz, kurumlara, kurallara hukukun üstünlüğüne dayanan sürdürülebilir bir güven ortamıdır. Yaptığımız ekonometrik çalışmalar, ülkelerin kalkınmasında en önemli üç unsuru hukukun üstünlüğü, insanların yetkinliği ve teknoloji olarak gösteriyor. Önde gelen unsur ise hukukun üstünlüğüdür.
Cumhuriyetimizin 100. Yılına yaklaşırken, hikayemizin dayanağı belli. İnsan kaynaklarımıza, yer üstü doğa kaynaklarımıza, çalışan nüfusun t’üne iş ve aş imkanı sağlayan KOBİ’lerin büyüme potansiyeline, tüm alanlarda yaratıcı ve farklı olma kapasitemize inanıyoruz.
Yeter ki güven, öngörülebilirlik ve özgürlük ortamını tam anlamıyla sağlayalım. Din, ırk, cinsiyet ve etnik köken ayırımı yapılmayan, tüm kesimleri kapsayan eşit ve adil bir yaşam ortamı yaratalım.
Yurt içinde ve uluslararası ilişkilerde sürdürülebilir kurallara ve kurumlara dayalı bir güven ortamı yaratırsak, insanlarımıza yatırım yaparsak, hiç kuşkunuz olmasın ki gerisini siz-biz değil hepimiz olarak gerçekleştiririz.
Beni dinlediğiniz ve bu toplantımıza katıldığınız için hepinize teşekkürlerimi sunar, sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl dilerim.
e-Haber Ajansı (e-ha)