GenelUncategorized

DEVE’Yİ OYNATMAYIN…

Sevgili okurlar bu yazımda okuyacağınız hikaye’yi hangi olayla ilişkilendirirseniz ilişkilendirin tam da taşı gediğine koymuş olursunuz. Çünkü gündelik yaşamda her an karşılaştığımız problemlerin özeti bu hikaye de vucud bulmuştur. Fazla sözü uzatmadan başlayalım…

Meclis-i Mebusan ve İttihat ve Terakki üyesi Nazım Ören, Birinci Dünya Savaşı başladığı dönemde doğu illerindeki mebuslar olarak Erzurum’da katıldıkları bir toplantıdan bahseder. Bu toplantıya o dönemin Ermeni ileri gelenleri, Türk yöneticileri ve yerel halktan kişilerin katılmışlardır. Toplantıya Erzurum halkını temsilen MezararkalıMevlüt Ağa katılmıştır.  Mevlüt Ağa burada Ermenilere ders niteliğinde bir hikaye anlatmıştır. Bu hikaye bugünün Türkiyesi içinde hala önemini korumaktadır. Mevlüt Ağa’nın “Deve Masalı” olarak bahsettiği hikâyeyi o dönemin Erzurum Valisi “Nazım Ören Bey” anılarında şöyle aktarmaktadır:

“Birinci Cihan Harbi başladığı zaman Meclis-i Mebusan’ da ki Türk ve Ermeni mebuslardan şark vilâyetleriyle alâkaları bulunanlar toplandılar, harbe girdiğimiz takdirde neler yapmak icap edeceğini konuştular. İttihat ve Terakki Fırkası namına benimle Bahaeddin Şakir’i, Ermeni mebuslarından Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan ile Van mebusu Vartekes’i verilen kararları mahallinde propaganda etmek ve harp çıktığı zaman tatbikata geçmek üzere Erzurum’a gönderdiler. Biz, bu dört zat, Erzurum’da bir kongre topladık. Bu kongreye şark vilâyetleri ve livalarındaki teşekküllerden ikişer Müslüman ikişer de Hristiyan aza davet ettik. İstanbul’da verilen kararlar bir de bu kongrede gözden geçiriliyordu. Müzakereler güzel gidiyordu. Harbe henüz iştirak etmemiştik.

Bu sıralarda Rusya bir beyanname neşretti. Bunda, Osmanlı Devleti, İtilaf devletleri aleyhine harbe girdiği takdirde Ermenilere istiklâl verileceğini, bütün şark vilâyetlerinin Ermeni devletine mal edileceğini vaat ediyordu. İşte bu beyanname kongrenin kararlarını da Ermenilerin fikirlerini de alt üst etti. Ermeni çeteleri evvela Van’da sonra Muş’ta tecavüze geçtiler. Ermeni gazetelerinin ağzı değişti. İstiklâlden, Ermeni lisanının resmî dil olarak tanınmasından, şark vilâyetleri vali, mutasarrıf ve kaymakamlarının Ermeni olması lüzumundan, hatta jandarma ve polislerin bile Ermenilerden olmasından bahsetmeye başladılar. Artık müzakerelerin sonu gelmiyordu. Bir gün yine bir müzakere çıkmaza girmişti. Kongreden bir ricada bulundum:

Türkçe gazeteler gibi Ermenice gazetelerin de kongre sonuna kadar mutedil bir lisan kullanmalarının lüzumundan bahsettim. Erzurum mebusu ve Taşnak Komitesi Reisi Karakin Pastırmacıyan Efendi müstehzi bir edayla,

– Bu nasıl teklif… Koca bir milletin ağzını tutabilir miyiz? dedi.

Bunu söyleyen Ermeni mebusu, Abdülhamit zamanında Avrupa’dan getirttiği otuz kadar Ermeni komitacı ile, sırf Osmanlı devletini dünya karşısın karşısında gülünç bir vaziyete düşürmek ve ecnebi devletlerin Ermeniler lehine müdahalelerini sağlamak maksadıyla İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basan, bankayı bekleyen nöbetçilerimizi kapandığı bankanın pencerelerinden attırdığı el bombalarıyla polis ve askerlerimizişehit eden adamdır.

O zaman hasta adam adı verilen devletimiz, ecnebi devletlerin baskısı karşısında bu komitecilerin serbestçe bankadan çıkıp kendilerini Avrupa’ya götürecek vapura binmelerine müsaade etmişti. Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki hükümeti, bu kara mazili Ermeni’yi Erzurum mebusu yapacak kadar müsamahakâr ve uzlaşıcı davranmıştı. Ben Karakin’e cevap vermedim. Fakat Erzurum İttihat ve TerakkiCemiyeti’nin bu kongreye murahhas olarak gönderdiği MezararkalıMevlüt Ağa atıldı:

– Bu kongrenin işe başladığı günden bugüne kadar ağzımı açıp bir laf etmedim. Bu hakkımı ve bundan sonraki söz haklarımı yalnız bir defaya mahsus olarak bugün kullanmama müsaadenizi rica ederim, dedi.

Mevlüt Ağanın Abdülhamit idaresine karşı yapılan Erzurum isyanındaki gayretlerini, isyan sonunda mahkemede yaptığı ateşli müdafaasını kongredeki bütün Ermeniler işitmişlerdi. Mevlüt Ağa ile oynamanın kıpkızıl ateşle oynamak demek olduğunu hepsi biliyordu. Mevlüt Ağa, asabiyetini sinirli tebessümlerinin altında saklayarak devam etti:

-Ben, böyle çeşit çeşit mektepler görmüş, dünyanın altından vurup üstünden çıkmış adamlara öğüt verecek değilim. Sinirleri biraz yatıştırmak için halü maslahata uygun gördüğüm bir masalı anlatacağım. İsteyen güler, isteyen düşünür, istemeyen de çıkar gider… dedi ve devam etti:

Bir gün bir ilkbahar günü develerden, atlardan, katır ve eşeklerden ibaret büyük bir kervan, çıngıraklarını çalarak, zillerini öttürerek gelip çamurlu ve dik bir yokuşa dayanır. Diyerek anlatmaya başlayan MevlütAğa, arada bir de Ermeni Karakin Efendi’ye uyarısını da yapar:

-Dinliyorsun değil mi Karakin Efendi… dedikten sonra hikayeyedevam eder:

Kervan uzun bir moladan sonra yokuşu çıkmaya başlar. Çamur dizde, yükler ise ağırdır. Habire ha, düşe kalka, ter ve çamur içinde, biri deve biri de eşek iki hayvan hariç, diğerleri yüklerini tepenin başına çıkarabilirler. Yalnız bu iki hayvan, yürümem de yürümem, çamurlara gömüldükçe gömülürler. Koca kervan bunları bekleyecek değil ya… Tepeye çıkanlardan birkaç hayvan getirip bunların yüklerini alırlar. Deve ile eşeği çamurların kucağına bırakıp giderler. Deve ile eşek, geceyi çamurun içinde geçirir, dinlenirler. Ertesi sabah gözlerine yolun kenarındaki taze bahar otları ilişir. Boyunlarını uzatır, gövdelerini çeker, yavaş yavaş otlamaya başlarlar. Bir iki saat sonra ayağa kalkabilirler. Nihayet titreye titreye yanı başlarındaki çiçekli vadiye inmeye muvaffak olurlar. Beş gün on gün yerler, içerler keyifleri yerine gelir. Hoplamaya zıplamaya başlarlar. Eski hallerinden daha sıhhatli daha kuvvetli bir hale gelirler. Başka bir gün gene attan, deveden, katırdan ve eşekten ibaret bir büyük kervan yokuşu çıkmaya başlar. Çıngırak sesleri, at kişnemeleri ve eşek anırmaları bizim deve ile eşeğin kulaklarına kadar gelir. Eşek duramaz, deveye sokulur,

– Deve kardeş, benim keyfim yerinde, anırasıyım geldi,der . Deve, o güzel gözleri ve yalvaran bakışlarıyla, eşeğin yüzüne bakar:

-Aman kardeş, sakın öyle bir şey yapma. İçinden gelse bile kendini tut. Sesini çıkarma. Zorun ne? İşte Allah’ın bu kimsesiz cennetinde başıboş istediğimiz gibi yiyip içiyor, hoplayıp zıplıyoruz. Anırıp da ne kazanacaksın? der.

-Dinliyor musun Karakin Efendi?

Deve daha yalvarmasını bitirmemişti ki eşek üst perdeden anırmaya başlar. Meğer kervanın da yorulan ve yükünü yokuşun başına çıkaramayan bir mekkâresi varmış. Kervancılar bu dertlerine derman arıyorlarmış. Vadiden gelen eşek sesini işittikleri zaman hemen koşup eşekle deveyi yakalamışlar, yarı yolda kalan yüklerini bunlara yüklemişler. Fakat devenin arkadaşı olan eşek, hem ham hem tavlı olduğu için yokuşu çıkarken yorulmuş. Mekkareciler bunun yükünü alıp deveye yüklemişler. Fakat eşek ya yorgunluğundan ya da –sözüm ona eşekliğinden- gene yürümemiş.

Mekkâreciler bu gösterişli eşeği orada bırakmaya kıyamamışlar. Eşeği de devenin üstüne yüklemişler.

Dinliyorsun değil mi, Karakin Efendi?

Zavallı deve bu ağır yükün altında yürüyüşüne olanca takat ve kuvvetini sarf ederek bir müddet devam etmiş. Kervan bir uçurumun kenarından geçerken, devenin artık tahammülü kalmamış. Uzun boynunu uzatıp sırtında keyif çatan eşeğin yüzüne bakmış:

– Eşek kardeş, benim oynayasıyım geldi,’ demiş.

Eşek:

‘- Aman deve kardeş, ben senin sırtında zaten eğreti duruyorum. Sen oynarsan ben şu uçurumlara yuvarlanır parça parça olurum. Aman ha!demiş.

Deve:

– O kadar yalvarmalarıma rağmen sen beni dinlemedin, anırdın. Neticede ben bu hale geldim. Sen de sırtımda keyif çatıyorsun. Artık âmânı zamanı yok. Sen nasıl beni dinlemedin anırdınsa ben de seni dinlemeyeceğim oynayacağım’ der.

Deve zıplamaya başlar ve deve zıplayınca, eşek de uçurumlardan aşağıya uçup, parça parça olur.

Mevlüt ağa hikayesinin bitiminde sözüne şöyle devam eder:

Karakin Efendi, benim okuyup yazmam yok. Fakat bu adamların teklifinde kabul edilmeyecek bir şey olmadığı meydanda. Koca bir milletin ağzı tutulmaz da ondan daha koca bir milletin kulaklarına kurşun mu akıtılır? Daha ne istiyorsunuz? Meşrutiyetin ilânından bugüne kadar keser hep sizin tarafınıza yonttu.

Şimdi bu adamların istedikleri:

İtilâf devletleri aleyhine harbe girmeye mecbur olursak bizden ayrılmayınız… dan ibarettir. Bundan daha doğru yol olur mu? Sizden rica ediyoruz. Bu tufandan birbirimizi boğazına atılarak değil, birbirimize dostça sarılarak kurtulmanın çaresini arayalım. Ecnebi devletler, kendi menfaatlerine hizmet edecek uşak arıyorlar. Ne bizim ne de sizin elinizden dostça tutacak değiller. Bu adamların gösterdikleri doğru yoldan ayrılıp da deveyi uçurumun başında oynamaya mecbur ederseniz vallahi billahi paramparça olursunuz, dedi.

Celse kendi kendine bitmişti. Azaların çehreleri kıpkırmızı ve sapsarı kesilmişti. Salonu birer birer terk ettiler.

Ben kalktım, Mevlüt Ağayı yanaklarından ve sakalından öptüm, öptüm…

Eeeeeh, şimdi aradan kırk sene geçtiği halde aynı düşmanlar hududun arkasında pusu kurmuş. Genç ve zinde vatanımızı parçalamak için yurttaşlarımızın arasına aynı fesat tohumlarını saçmaya çalışıyorlar. Fakat artık Mevlüt ağanın hikâyesindeki eşek meydanda yok. Şark vilâyetlerimiz, hamd olsun şimdi Rusların ve Ermenilerin birkaç defa memleketi nasıl yakıp yıktıklarını bilen vatan çocuklarıyla dolu. Moskofların parayla kendilerine uşak ettikleri komünistler, vatandaşlar arasına nifak sokmak için kimisine sen Kürtsün, kimisine sen Turan’dan geldin, ötekisine sen dinsizsin, berikine sen dindarsın, diyerek onları birbirine düşman yapmaya çalışıyorlar. Fakat Mevlüt ağanın hikâyesindeki eşeğin uçuruma yuvarlandığı zamandan bugüne kadar geçen zaman boşuna geçmedi. Bu vatanda bugün yalnız yirmi milyonluk Mehmetçikler ordusu var. Şehirli, köylü, erkek, kadın bütün vatandaşlar, bu çelik ordunun birbirine sımsıkı sarılmış erleridir. Gerekirse bu millet, tarihteki hesapsız zaferlerine bir yenisini katarak bu hakikati düşmanlarına bir daha öğretecektir.”

Kıssadan hisse…

 

Daha Fazla Göster

Abdullah Şahin

Tarihçi – Yazar

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu
Kapalı