GERÇEK MISIR
Sabahın erken saatlerinde Kahire’ye varmıştık. Sonunda yıllardır gelip ziyaret etmek istediğim piramitleri görebilecektim. Bu yıl, şu an hesapta olmasa da, gitmek istediğim yerler listesinin başındaydı Mısır. Ve şimdi bir adım daha yaklaşmış, çok yakınındaydım.

Evet şimdi Kahiredeydik. Bizi havaalanında girişte altın renkli bir heykel karşıladı. Sanırım Kleopatraydı.
Heyecanla çıkış kapısına gelmiş ve Airbnb’den ayarladığımız eve nasıl gidebiliriz diye Arzu ile haritaya bakıp konuşuyorduk. Baktık ki bunu farkeden taksiciler etrafımızı sarmışlar. Şarm El Şeyh’den tecrübeli olduğumuz için, adresi gösterip fiyat sorduk. Hepsi de birbirine yakın ama farklı fiyat veriyorlardı. Yine limuzin kelimesi geçiyordu cümlelerinde ama artık ne anlama geldiğini biliyorduk. Neyse sıkı bir pazarlıktan sonra bir tanesi ile anlaşıp yola çıktık.
Ve işte şimdi gerçekten Mısırdaydık. Şarm El Şeyh’de sanki reklamları izlemiştik ve şimdi gerçeğin tam ortasındaydık. Taksi penceresinin dışındaki manzaralar ilk andan itibaren şaşırttı bizi. Gerçekten de başka bir şehre değil de sanki bambaşka bir ülkeye gelmişiz gibiydik. Acayip bir keşmekeş vardı dışarıda. Arzu hemen Mumbaiye benzetti burayı.
Neyse biz buralar şehrin dışında olduğu için böyledir, sonra güzelleşir, değişir falan diye düşünürken, film izler gibi etrafı izlerken zamanın nasıl geçtiğini farkedemedik. Baktık ki kalacağımız eve gelmişiz.
Labirent gibi bir sitenin bir bloğunda kalacaktık. Eski ve bakımsız görünüyordu bina. Zili çalmaya niyetlendik ama yazılar Arapça olunca ne yapacağımızı şaşırmıştık. Bu sırada kamuflaj kıyafetli bir asker eski püskü arabasına binecekken, bizim halimizi görüp yanımıza geldi ve apartmanın kapısını açtı bizim için.
Apartman gibi asansör de oldukça eskiydi ama çalışıyordu en azından. Eve çıktığımızda bizi ev sahibi karşıladı. Güleryüzlü, İngilizce konuşabilen, orta yaşlarda Mısırlı bir kadındı. Evin içi, dışına göre oldukça güzel ve temiz görünüyordu. Sade ama modern sayılabilecek bir evdi. Ama beni o an için en çok ilgilendiren şey evin çok soğuk oluşuydu. Zaten Şarm El Şeyh’e göre burası epey serindi. Bir de sabah erken saat olduğu için ikimiz de üşümüştük uçaktan inince. O yüzden ben hemen kalorifer nerden yanıyor diye sordum kadına ama aldığım cevap karşısında Arzu da ben de şok olduk. “Burası Mısır, kalorifere gerek yok, yedek battaniyeler var” dedi gülerek. Biz de sabah sersemliği ve yol yorgunluğu ile öylece kalakaldık bir şey diyemedik.
Sanki hava çok sıcak gibi bir de bütün camlar açıktı. Kadın gittikten sonra hepsini tek tek kapattık, ikişer üçer battaniyeye sarılıp hemen yataklarımıza yattık. Ama o kadar soğuktu ve battaniyeler o kadar inceydi ki uykuya dalmakta zorlanıyorduk. Öyle böyle derken biraz uyumuşuz ama üşüyerek uyandım, saat de öğleyin 1 falan olmuştu. Yan odadaki Arzuya seslendim. O da uyanmıştı ama kalkamıyordu. Soğuktan, hava değişiminden dolayı kendini iyi hissetmiyordu. Karnımız da acıkmıştı. Ben hazırlanıp, dışarı çıkmaya, kadının tarif ettiği alış veriş merkezine gitmeye karar verdim. Yiyecek bir şeyler alıp gelirim diye.
Etrafta sadece apartmanlar vardı. Bir 10-15 dakika yürüdükten sonra büyük bir yola çıktım ve işte az ilerde de alış veriş merkezi vardı. Ama öyle kapalı büyük bir alış veriş merkezi değil; dükkan, market ve restaurantların bulunduğu, sanki tamamlanmamış hala inşaatta gibi bir açık havada bir alış veriş merkeziydi.
Bir tane süpermarket bulup girdim.
Meyve, kuru yiyecekler, pakette bisküviler falan aldım. Herkes garip bir şekilde bakıyorlardı bana. Ne işin var senin burda diye soran bir ifade vardı bakışlarında. Alışverişimi yapıp dışarıya çıkmıştım. Bir baktım birisi sesleniyor, markette çalışan birisi. Bir şeyler dedi ama anlamadım. Sonra çat pat İngilizce bilen bir başkası geldi ve fişimi sordu. Meğerse yanlış kapıdan çıkmışım ve çıkarken de fişimi göstermemişim. Adet öyleymiş galiba.
Eve döndüğümde Arzu ile aldıklarımı atıştırdık ve bu evde daha fazla kalamayacağımıza karar verdik. Ben yokken Arzu ev sahibi ile görüşmüş ama hala yedek battaniyelerden bahsediyormuş. Halbuki sonradan farkettik ki her odada klima vardı ama hepsini de paket yapar gibi sarıp sarmalamışlar kullanılmasın diye. Hem de evin yeri merkeze ve her yere çok uzaktı. Saat geç olduğu için o gece orda kalmaya karar verdik. Ama üst üste giyinip battaniyelere sarıldıktan sonra otel araştırmalarına başladık hemen.
Giza’da yani piramitlerin yakınında bir otel bulduk. Otelin terasından piramitler görünüyordu. O bölgede, piramitlere yakın olduğu için bir çok otel vardı. Turistik bir bölge olduğu için konaklamak için iyi bir bölgedir diye düşündük ve heyecanla tekrar havaya girdik.
Sabah erkenden kalkıp yola çıktık. Burada da Uber kullanabiliyorduk. Hem de oldukça ucuzdu. Yolda yine bizi, eski filmlerin içindeymişiz gibi hissettiren manzaraların içinden geçiyorduk. Hatta sanki zaman makinesine binmiş ve geçmişe yolculuk yapmıştık.
Trafikte felaketti ama en çok ilgimi çeken şehrin çok eski, kirli ve pis oluşuydu. Yol kenarındaki apartmanların hemen hemen hepsinin kirden ve çöl tozlarından dış cephelerinin rengi değişmiş, ilk başta ne renk oldukları belli bile olmuyordu. Sıcaktan korunmak için balkonlarına astıkları brandalar da hem güneşten hem de kirden renk değiştirmişlerdi. Kimse de yenileyeyim ya da temizleyeyim dememişti sanırım. Eski olmasını anlayabiliyordum ama pislik ve kir’e anlam veremiyordum.
Kahire’den Gizaya doğru yaklaştıkça manzara pek değişmediği gibi daha da kötüleşiyordu. Telefonumuzdaki haritadan takip ettiğimize göre otellerin olduğu bölgeye yaklaşıyorduk ama biz pek öyle hissedemiyorduk. Dünyanın en önemli tarihi ve turistik değerlerinden biri olan piramitler böyle bir yerde olamazdı herhalde. Ama çok geçmedi ki aracımız bir sokağın başında durdu. Burası dedi şöför, başıyla ara sokağı gösterdi. Nasıl yani der gibi Arzu ile birbirimize baktık araçtan inerken. Ve indiğimiz an hayatımızın şokunu yaşamaya başladık.
Daracık olan sokağa girdiğimizde bir tarafımızdan develer, bir tarafımızdan cılız atların çektiği at arabaları geçmeye çalışıyordu. Onlara yer vermeye çalışırken, minicik çocukların kullandığı tuktuklar geliyordu diğer taraftan. Tüm bunlardan kaçmaya çalışırken, bir anda kapısı penceresi olmayan bir kasap dükkanının önüne asılmış kocaman inek kafasını görünce ikimizde şoktan neredeyse ağlayacaktık. Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştuk? Neresiydi burası? Nasıl kalırdık burada? Sorular sıralandı kafamızda ayrı ayrı. Neyseki otele bir kaç adım sonra ulaşmıştık. Kendimizi içeriye zor attık. Birbirimizle konuşmamıştık ama ikimizin kafasından geçenlerin aynı olduğu çok belliydi.
Neler mi geçiyordu? Neyse devamı haftaya diyelim mi?
Görüşmek üzere.