Köşe Yazıları

İSPANYADAKİ MİNİK İNGİLTERE

Geçenlerde Gibraltar’a ya da Türkçe de bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzere Cebelitarık’a gittim. Ben açıkçası uzun zamandır gitmek, görmek istediğim Gibraltar’ın Cebelitarık olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. İki isim birbirinden o kadar farklı ki. Neyse şimdi o gezimden bahsedeceğim.

Cebelitarık; Akdeniz’de, Akdeniz’den Atlas Okyanusuna geçişin yakınında, İber Yarımadasının güney ucunda bulunan minicik, şehir mi ülke mi anlayamayacağınız Britanya’nın denizaşırı bir bölgesi. İspanyanın içinde minik bir Britanya şehri. Bunu uçaktan inince daha net anladım. Pasaport kontrol kuyruğuna girdik lafta ama kontrol edenler sadece pasaporta ve yüzüme bakıp geri uzattılar pasaportumu. Tabi sonradan düştü jetonum, ha Manchester’a gitmişim ha buraya gelmişim, aynı şeydi sonuçta.

Havaalanından çıkar çıkmaz meşhur “Gibraltar Rock (Cebelitarık kayası)” ile karşı karşıya geldim. Diğer tarafta da İspanya sınır kapısı vardı. Sonra da ilk şokumu yaşadım. O kadar ülke ve şehir gezdim ve hiç bir zaman gideceğim yere havaalanından yürüyerek gitmemiştim. Üstelik hem de havaalanının içinden, pistin ortasından yürüyerek. Evet doğru okudunuz, az önce uçakla indiğimiz pistteydim ve şimdi yürüyerek şehre giriş yapıyordum. Benim için unutulmaz bir deneyim oldu gerçekten.

Kalabalığı takip ederek, bir 10-15 dakika sonra kendimi şehrin içinde buldum.

Önce deniz kenarında, güzel bir yerde oturdum; karnımı doyurup, enerjimi depoladıktan sonra da şehri keşfe çıkmaya hazırdım.

İlk önce Cebelitarık’ın meşhur maymunlarını görmek için yola çıktım. Yol diyorum ama sokaklar yokuş ve merdiven doluydu. Epey zorladı beni bu tırmanış dolu yol. Bir taraftan da Nisan ayının başı olmasına rağmen güneş oldukça bunaltıyordu.

“Upper Rock Doğa Koruma Alanına” vardığımda daha maymunları görmeden uyarı aldım. Sırt çantanı önüne al, sakın maymunlara yiyecek verme falan diye. Tam bu sırada da baktım maymunun bir tanesi salına salına bana doğru geliyor. Bu maymunlar ne kadar sevimli olsalar da vahşiler ve insanlara saldırıp, yiyeceklerini çalıyor, hatta bazen ısırıyorlarmış. O yüzden uzaktan bir iki fotoğraf çekip, bir iki tanesini de tepelerde gördükten sonra kazasız belasız uzaklaştım ordan. Biraz daha tırmanıp Cebelitarık’ın tarih kokan tepelerine çıktım. Toplar, cephanelikler, kuşatma tünelleri, şehrin tarihini anlatan açık hava sergilerini gezdikten sonra o kadar tepelere çıkmışken oturup hem şehri, Akdeniz’i ve Boğaz’ı seyrettim, hem de biraz dinlendim.

Ertesi gün de Europa Point’e (Avrupa burnuna) gittim. Yürüyerek, gezerek, etrafı keşfederek gideyim istedim ama yine yokuşlardan, merdivenlerden kurtulamadım. Şehir tamamen yokuşa kurulmuş, dağın yamaçlarına. O yüzden bir sürü de tünel vardı. Deniz kenarından başladığım yürüyüşüm bu nedenle fazla sürmedi, yine mecburen yokuş ve merdiven dolu zorlu bir yürüyüşe dönüştü. Güneş de yine yakıyordu.

Ve sonunda Cebelitarık yarımadasının en güney ucundaki Europa Burnuna ulaştığımda ilk önce bembeyaz, modern mimarisi ile İbrahim-el-İbrahim Camisi karşıladı beni. Sonra da tüm görkemiyle 19. yüzyıldan kalma Trinity Deniz Feneri.

Cebelitarık Boğazı’na doğru uzanan bu noktada epey vakit geçirdim. Avrupa kıtasının bitip Afrika kıtası ile birleştiği manzarayı izledim. Bol bol da fotoğraf çekildikten sonra şehre bu kez otobüsle döndüm.

İngiltere’nin İspanya içindeki; bu maymunları, Akdeniz ile Atlas Okyanunu birleştiren, Avrupa ile Afrika kıtalarını ayıran ünlü Boğaz’ı ile, yokuşları, tepeleri, tünelleri ve kayası ile meşhur, kullandıkları para birimi ve konuştukları dil aynı olsa da bambaşka bir iklime ve coğrafyaya sahip bu denizaşırı şehrine veda vaktim gelmişti.

Yine pistin içinden yürüyerek ünlü Cebelitarık kayasının yanı başındaki havaalanına varıp Londra’ya dönmek için uçağımı bekledim.

Daha Fazla Göster

İlkgül Karaca

Gazeteci / Yönetici

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu
Kapalı