KAHİRE; GEÇMİŞE YOLCULUK
Giza’da, kaosun içindeki otelimize adım atmış ve orda kalmıştık değil mi? O zaman kaldığım yerden devam edeyim.

Bizi İngilizce bilmeyen, güler yüzlü iki genç çocuk karşıladı. Bir tanesi 15-16 ancaydı. Biz üzerimizdeki şoku atmaya çalışırken onlarda birilerini aradılar. Çok geçmeden İngilizce bilen genç bir kız geldi.
Biz de biraz soluklanmış, kendimize gelmiş gibiydik. İlk başta, hemen başka bir taksi çağırıp kaçmayı düşünürken şimdi, oteli gezelim, odaları görelim, sonra karar veririz dedik.
Otel daha yeni dekore edilmişti. Çok belliydi. Odalar geniş, tertemiz ve konforlu görünüyordu. Hem de battaniye değil, sıcacık görünen pofidik yorganlar vardı. Üstelik fiyatı da çok uygundu ve piramit manzaralı terasta da kahvaltı dahildi.
Az önce burada kalamayacağımızı düşünürken odaları görünce kalmaya karar verdik. Odamıza yerleştikten sonra hemen turlara bakmaya başladık. Resepsiyondaki kız bize turladı anlattı falan derken hemen 3 ayrı tur satın aldık. Ve hiç vakit kaybetmeden hemen ilk turumuza o gün öğleden önce Kahire’de müze turu ile başladık. Özel şoför gelip bizi aldı ve Gizadan Kahire’ye doğru yola çıktık. Şöförümüz gençti ve arabayı çok hızlı kullanıyordu. Zaten trafik felaketti ve trafik kurallarına uyan da yoktu. O yüzden Arzu ile sürekli uyarıyorduk çocuğu. Çocuğun ingilizcesi olmadığı gibi, bizi pek taktığı da yoktu. Sürekli “don’t worry (dert etmeyin)” diyordu biraz yavaşlıyordu ama sonra yine bildiğini yapıyordu.
Neyse ilk durağımız Mısır Müzesi”ne (Egyptian Museum) sağ salim vardık. Kahire’deki her şey gibi müze de çok eskiydi. O kadar değerli tarihi ve eşsiz eserler barındırıyordu ama kabineler, dolaplar eski ve tozluydu. Londra’daki “British Museum”deki Mısır bölümü daha etkileyici ve daha güzel sergileniyor diyebilirim. Oradan çıkışta da Medeniyetler Müzesine (Civilization Museum) gittik. Orası oldukça modern ve güzeldi. Bir çok Kralın ve Kraliçenin mumyalarını görmek de çok etkileyiciydi.
Aynı akşam gittiğimiz Nil nehrindeki tekne turumuz da güzel ve eğlenceliydi. Önce yemeklerimizi yedik, karanlıkta ışıklara bürünüp pisliği, kiri görünmeyen Kahireyi izledik. Sonra da güzel müzikler eşliğinde dans edip kurtlarımızı döktük. Tatil moduna yine geri dönmüştük. Dolu dolu güzel bir gün geçirmiştik.
Ertesi sabah erkenden kalkıp terasta, eski, yıkık, dökük binaların arasından sivrilen piramitler eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Ve beklenen gün gelmiş, piramitleri görmeye gidecektik. Bizi piramitlere götürecek olan şoförümüzle resepsiyonda buluşup yola çıktık. Başka bir şofördü. Bu da gençti ama en azından İngilizce biliyordu.
Piramitlerin olduğu bölge oldukça büyüktü. Biletlerimizi alıp araba ile giriş yaptık. Bir kaç noktada park edip fotoğraflar çekildik, dolaştık. Turumuza dahil olan deve turumuzu aldık. Ama develerin sahipleri daha tur başlar başlamaz bahşiş istemeye başladılar. 15 dakika kadar deve üzerinde sağa sola sallanarak yaptığımız turda, hayallerini kurduğum devenin üzerinde piramitin tepesini gösteren pozumu verdim. Sonra da ünlü Sfenks’in önünde bir sürü fotoğraf çekildik. Ve sonunda yıllardır ziyaret etmek istediğim piramitlerdeydim işte. Ama itiraf etmeliyim ki Meksika’daki piramitler özellikle Güneş ve Ay piramitleri kadar etkileyici gelmedi bana. Belki de Kahire’deki yaşadığım kültür şoku böyle hissettirdi.
Neyse bu arada aldığımız turlar bitmiş ve ne yapalım derken Kahire şehir turu yapmaya karar verdik. Uber ile ünlü Tahrir meydanına gidip, oradan Nil nehri kenarında dolaştık biraz ama daha fazla gezecek cazip bir yer bulamadık. Karşımıza çıkan Nov Otel’in çatı katındaki kafesine çıktık. Manzara güzeldi. Nil nehri ve şehir karşımızdaydı. Kahireyi sanırım böyle uzaktan izlemek en güzeliydi. Akşam yemeğimizi orada yiyip otelimize döndük.
Ertesi gün, son günümüzdü ve ne yapalım diye düşünürken, internetten bizim Kapalı Çarşı gibi ünlü bir turistik çarşıları, bir de orada tarihi bir kafe olduğunu görüp oraya gidelim dedik.
Yine Uber çağırıp yola çıktık ama gideceğimiz yere yaklaştıkça sokak manzaraları ilginçleşmeye başladı. Taksinin penceresinden film seyreder gibi dışarıya bakıyorduk. Eski ve kirli binaların arasında bazen güzel tarihi binalar görüyorduk ama terkedilmiş, bakımsız halleri içler acısıydı. Binalar, sokaklar yine pis ve kir içindeydi. İnanamıyordum gördüklerime. Nasıl bir başkentti burası. Bu kadar turistik, dünyaca ünlü piramitleri, firavunları ve mumyaları ile muazzam bir geçmiş tarihi olan bir şehir nasıl bu kadar bakımsız, eski ve pis olabilirdi.
Biz dışarıdaki hayata, binalara dalmış kültür şoku yaşarken şoför geldik dedi, eliyle de çarşıyı gösterdi ama inince ters tarafa doğru yürümüşüz. Bu taraf turistik değil yerli halkın gittiği bir pazar yeri gibiydi. Kendimi ilk kez burada çok rahatsız hissetmiştim, haritadan gideceğimiz yeri bulmaya çalışırken birden kocaman bir fare önümden koşarak, adeta uçarak geçince çığlığı bastım. Işınlanıp oradan kaçmak istedim. Benim gibi farelerden hoşlanmayan Arzu daha rahattı, beni de rahatlattı ve bir çocuğa gideceğimiz yeri sordu. O tarafa doğru giderken ben hala farenin ve etraftaki dükkanların, hijyen sıfır şekilde satılan yiyeceklerin etkisindeydim. O sırada bir turist grubu gördük. Rehberlerine gideceğimiz çarşıyı sorduk. Onlarda oraya gidiyorlarmış. Onların peşine takıldık. Önce o tarihi kafeye girdik. Ama içerisi çok havasızdı. Sadece biraz bakınıp çıktık. Aynen Kapalıçarşı, Mısır çarşısı gibi çarşının içinden geçiyorduk. Bizim Türk olduğumuzu anlayanlar sürekli “Yavaş yavaş Hasan Şaş” diyorlardı. Biz ise bir an önce oradan çıkıp gitmeye çalışıyorduk. Bize pek otantik gelmemişti orası. Hemen bir taksi bulup bir gün önce gittiğimiz Nov Otele kendimizi zor attık.
Gerçekten nasıl bir şehirdi burası? Nasıl bu kadar bakımsız ve eskiydi. Hiç bir temizlik görevlisi ya da çöpçüye rastlamamıştık. Fakirlik olabilirdi ama bir şehrin bu kadar pis ve bakımsız olmasını aklım almıyordu. Hayvanlar bile acınacak haldeydiler. Kediler, köpekler hatta güvercinler bile o kadar zayıflardı ki. Ve en turistik yer olan Piramitlerin
olduğu bölgedeki atların, develerin, eşeklerin durumları da inanılmazdı. Otelin etrafını gezdiğimizde gördüğümüz manzaralar ise kendimizi Indiana Jones filminin içinde gibi hissettirdi. Sanki geçmişe, 50-60 yıl öncesine yolculuk etmiş gibiydik. Evet büyük bir kültür şokunun içindeydik.
Meğerse Kahire’ye sadece piramitleri ve müzeleri gezmek için 2 gün yetermiş. Bu kaosun, karmaşanın içine girmeye gerek yokmuş. Biz son dakika karar verip gittiğimiz için, pek araştırma yapma şansımız olmadı. Kahireyi de, Avrupa’daki başkentler gibi sanıp, gezilecek, görülecek yerler çoktur diye düşündüğümüz için buraya 5 gün ayırmıştık. Ve çok yanılmışız.
Ve sonunda gitme zamanı gelmişti. Normalde tatil sonrası pek dönmek için can atmam ama bu kez farklıydı. Arzu benden önce geceden İstanbul’a döndü. Ben de sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yapıp havaalanına doğru yola çıktım. Londra’ya, evime dönüyor olmak beni hiç bu kadar mutlu etmemişti sanırım. Yine film izler gibi son kez Kahireyi taksinin penceresinden izledim havaalanı yolunda.
Havaalanına epey erkenden gitmiştim ama iyi ki de öyle yapmışım. Havaalanına girmek için 1 saatten fazla bekledim. Erkekler ve kadınların sırası ayrıydı ve herkesi tek tek arıyorlardı. Kadınların sırası kadın eleman az olduğundan çok daha yavaş ilerliyordu. İçeri girdikten sonra da en az iki kere daha güvenlik kontrolünden geçtik. Mısırdan çıkmak girmekten daha zordu. Aynısını Beyrut- Lübnan’da da yaşamıştım.
En sonunda uçağa binip, koltuğuma oturduğumda derin bir nefes aldım. Medeniyete, temizliğe, hijyene ve evime kavuşacağım için çok mutluydum ama uçağımız çok büyük bir turbulansa girince, çok korktum. İlk kez bu kadar şiddetli bir turbulans yaşıyordum. Herkes korkulu gözlerle bir birine bakıyordu. Ben de yanımdaki Hintli kadınla göz göze geldiğimde bana “pray (dua et)” dediğinde daha da tırstım. Neyseki turbulanstan çıkıp normal uçuşumuza devam edip 5 saat sonra medeniyete, modern hayata, yaşadığım yere, evime kavuşmuştum.
Ve Bali diyerek yola çıktığımız tatilimiz, Suudi Arabistan ve Mısır maceraları ile dolu olarak planlandığımızdan önce son buluyordu.
Yeni maceralarda görüşmek üzere.