Köşe Yazıları
MELEKLER ŞEHRİNE YOLCULUK
Seyahat etmeyi, yeni yerler keşfetmeyi, gezip görmeyi hep sevmişimdir.
Türkiye’de yaşarken her milli ve dini bayramı tatil olarak değerlendirir, hep bir yerlere kaçardım. Daha öncesinde de babamın memuriyeti nedeniyle de epey gezmiştik. Yani Türkiye’nin bir çok yerini gezme, görme şansım oldu.
O zamanlar yurtdışına seyahat etmek çok yaygın değildi. Ya da Türkiye’yi gezmekten fırsat kalmıyordu sanırım. Ta ki bir gün yakın bir arkadaşım arayana kadar.
“Bayramda kız kardeşimin yanına gideceğim, 2 arkadaşım daha geliyor. Sen de gelir misin?”
İşte bu soru tatile bakış açımı değiştirip, ufkumu genişletmem gerektiğini düşündürdü. Hemen heyecanla tamam dedim. Neresi miydi bu tamam gelirim dediğim, tatil anlayışımı değiştiren yer? LA. Hani şu meşhur Hollywood’un olduğu, çocukluğumuzdan beri severek izlediğimiz filmlerin, dizilerin çekildiği Los Angeles, Amerika.
Daha Avrupa’ya bile gitmemiş olan, pasaportu olmayan ben hemen Amerika seyahat hazırlıklarına başladım. Pasaport çıkardım, vizeye başvurdum derken hayatımın ilk yurtdışı seyahatine; filmlerde izlediğim, şarkılarda dinlediğim macera dolu Amerika’ya gitmeye hazırdım.
Bursa-İstanbul-Zürih aktarmalı olarak, uzun bir yolculuktan sonra Melekler şehrindeydim.
Havaalanından servis aracına binip arkadaşımızın Santa Monica’daki evine giderken, camdan dışarıyı seyrederken hissettiklerimi hala dün gibi hatırlıyorum. Kocaman devasa yolda ilerlerken, iki tarafımızdan geçen kocaman Amerikan arabaları, tır gibi koskoca ve değişik biraz da ürkütücü kamyonlar ve Kaliforniya’nın adeta simgesi olan gökyüzüne tırmanan uzun palmiye ağaçları, tepeden asılı trafik lambaları; tüm bunları izlerken kendimi ünlü Hollywood filmlerinin birinin içinde gibi hissetmiştim. Bu hisler ve Amerika’ya attığım ilk adım zihnimde ve anılarımda unutulmaz olarak yerlerini aldı.
Kaldığımız 15 gün boyunca sürekli geziyor, Los Angeles’ı ve etrafını keşfediyorduk. O 15 güne o kadar çok şey sığdırmıştık ki. Gördüklerim, yaşadıklarım adeta rüya gibiydi. Televizyonda, ya da beyaz perde de gördüğüm yerlerin tam ortasındaydım. İnanılmazdı.
Ünlülerin el izlerinin olduğu meşhur Hollywood bulvarı, dünya starlarının yaşadığı Beverley Hills, uçsuz bucaksız plajı olan Venice Beach, ilk kez yakından gördüğüm okyanus-Büyük Okyanus, Universal Stüdyoları, Disneyland, LA’ye tepeden bakan Getty müzesi, Long Beach, China Town, Hollywood Chinese Theatre, Planet Hollywood, Hard Rock Cafe ve daha bir çok aklıma gelmeyen yerler. İlk kez denediğim Hint, Japon ve gözümü kapatarak yediğim ama bayıldığım ve yemek konusunda ufkumu açan çok şeyi denemekten çekinmememe sebep olan Çin yemekleri.
Hatta San Diego’ya da gitmiş ve Sea World ve nerdeyse bir şehir büyüklüğündeki hayvanat bahçesini ziyaret edip bununla da kalmayıp bir akşam Meksika’ya Tijuana’ya Meksika yemeği yemeye bile gitmiştik. Şaka gibi değil mi?
İlk yurtdışı seyahati olarak çıtayı epey yükseltmişti bu gezi. Artık gözüm yurtdışındaydı. Ama küçük bir eksiğim vardı, İngilizce. Bu rüya gibi güzel geziden 1 yıl kadar sonra kendimi Londrada buldum. İngilizce öğrenmek için geldiğim Londra’da ve değişik ülkelere yaptığım sayısız seyahatler ile unutulmaz anılarıma yenilerini ekliyorum her geçen gün.
Seyahat etmek kanınıza girdi mi duramıyorsunuz. Zaten niye duralım ki? Daha o kadar çok gezecek, görecek, keşfedecek yer var ki!
Bol seyahatli güzel günler diliyorum.