Köşe YazılarıUncategorized

ŞARM EL ŞEYH’E VEDA

Şarm El Şeyh’den sonra, asıl hedefimiz olan piramitleri görmeye Kahire’ye gidecektik. Biletimizi almıştık. Heyecanla bekliyorduk.

Bu yüzden Şarm El Şeyh’deki son günümüzde deniz tatilini bitirdik. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp, keşfe hazır turistler olarak şehrin eski yerleşim yerine, “Old Town”a gitmek için yola çıktık. Hava da çok güzeldi. Valizimi doldurduğum ama bir türlü giyemediğim yazlık kıyafetlerimden bir tanesini ve yazlık ayakkabılarımı sonunda giyebiliyordum.

Kısa bir yolculuktan sonra “Old Town”a (eski şehir) varmıştık. Eski diye geçiyordu ama yenilenmiş olduğu çok belliydi.

Burası bir zamanlar bir balıkçı kasabası ve askeri üs imiş ve 1968’de İsrail tarafından ticari ve turistik bir şehre dönüştürülmüş.

Neyse ilk girişte büyük bir alan vardı. Bu alana girerken, kocaman altın sarısı Paşa heykelleri sıra sıra bizi selamlıyorlardı. Biraz daha ilerleyince sağlı sollu hediyelik eşya satan mağazalar, kafeler, birbirinden değişik Mısır baharatlarının satıldığı aktarlar vardı.

Minik bir tepenin üzerinde bir tarafında “Old Egypt” yani Eski Mısır yazıyor, diğer tarafta da şehrin sembolü “Sharm” yazıyordu. Yapay bir şelale ve tepenin yamacına yerleştirilmiş bir de kafe vardı. Önünde de turistleri bekleyen develer.

Biraz ilerleyince bütün ihtişamıyla bizi bekleyen Al Sahaba Camisini gördük. Cami gerçekten çok güzel ve bizim Türk camilerimizi andırsa da oldukça farklıydı. Osmanlı mimarisi kullanılarak yapıldığı iddia edilsede bence tek benzerlik minareleri ve kubbeleriydi diyebilirim.

Bu güzel görkemli cami, çok da eski değil aslında. Mısırlı mimar Foad Tawfeek tarafından tasarlanan caminin inşaatı 2011’de başlamış ve 2017’de tamamlanmış. İnşası da Mısır ordusu tarafından yapılmış.

Deniz ve dağlar arasında yer alan caminin iki tane göklere uzanan minaresi, ve çok sayıda yaldızlı parlayan kubbesi vardı. Oldukça detaylı işlemeleri olan bu caminin güzelliği gerçekten çok etkileyici idi.

Caminin önünde, etrafında fotoğraflar çekildikten sonra, dışından çok güzel görünen bu caminin içini de merak ettik. Bir kaç kez girmeye çalıştık ama namaz saatlerine denk gelmiştik, o yüzden giremedik içeri. En sonunda fırsatını yakalamış ve içeri girecektik ama bu kez de kıyafetimiz uygun değildi. Neyseki caminin bir odasında camiye girmeden önce ödünç alabileceğimiz uzun elbiseler ve örtüler vardı. Elbiseler kirli değildi ama pek de temiz görünmüyorlardı. Arzu bu yüzden vazgeçti. Ben içeriyi çok merak ettiğim için içlerinden en yeni ve temizini seçip, kendime ait şallımı da başıma geçirip içeri girmeye hazır oldum.

Heyecan ve merakla, ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim. Dışarıdaki ihtişamın ve güzelliğin beni içeride de beklediğini hayal ediyordum. Ama öyle olmadı. Neredeyse içeri girmemle çıkmam bir oldu. Cami dışarıdan o kadar güzel ve görkemli iken, içerisi o kadar basık, tavanları o kadar çok yere yakın, duvarları bomboş, ve havasızdı. Nefesim daraldı, kendimi zor attım dışarıya. Daha yeni gezdiğim Ulucami, Sultan Ahmet ve Ayasofya Camileri geldi gözümün önüne. Kocaman ve inanılmaz güzellikteki, sanat eseri değerindeki süslemeleri, metrelerce uzunluğundaki tavanları, kubbeleri, işlemeleri, şamdanları ve ihtişamı ile insanı büyüleyen camilerimiz nerde burası nerde diye düşündüm.

O kadar çabuk çıkmıştım ki, Arzu da beni karşısında görünce şaşırmıştı. Gerçekten büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Üzerimdekileri bir çırpıda çıkarıp, etrafı kaldığımız yerden gezmeye devam ettik.

Hediyelik eşya satan dükkanları gezip biraz alış veriş ettik, bir kafede oturup meşhur naneli Mısır çayı içtik ve bu gezimizi bitirdik. Aslında gezilmesi gereken bir de kilise vardı burada ama Avrupa’da birbirinden güzel bir çok kilise ve katedral gezdiğimiz için buna gerek duymadık.

Akşam üzeri saat 5 gibi yine, son kez Farsha Cafeye gitmeye karar vermiştik. Hava kararmak üzereyken, ışıkların ilk yanma anı alkışlarla, ıslıklarla kutlama şeklinde yapılıyormuş. Bu bir gelenek gibi olmuş. Biz de son günümüzde bu geleneğin bir parçası olalım demiştik.

Ama daha vaktimiz olduğu için önce hemen Farsha Cafenin yanındaki Santorini Cafe’ye gittik. İsminden de anlaşılacağı üzeri çakma bir Santorini yapmışlar ve oldukça da başarılı bir kopya olmuş. Çok beğendik. Bol bol fotoğraf çekildik. Sanki Santoriniye tekrar gitmişiz gibi hissettik. Batmaya hazırlanan güneşin karşısında kahvelerimizi içtik.

Farsha Cafeye gittiğimizde saat 5 olmak üzereydi ama bizim gibi güneşin batışını izlemek ve ışıkların yanma anını yaşamak için gelen büyük bir kalabalık vardı. Çoğunluk yine tahmin edebileceğiniz gibi Türk’tü.

İçeri girmek için epey beklememiz gerekiyordu. Sıraya girip ismimizi yazdırdık ama uzun bir kuyruk vardı. Sıra gelene kadar ışıklar yanacaktı, yetişemeyecektik. O yüzden üst kattaki barda kalmaya ve ışıkların yanmasını, barda kokteyllerimizi içerek karşılamaya karar verdik.

Kokteyllerimizi içip, güneşin batışını izleyip, Farsha Cafe ile vedalaştıktan sonra otelimize geri döndük. Akşam yemeğimizi yedikten sonra artık Şarm El Şeyh’e de veda zamanı yaklaşıyordu. Otelimize yakın bir bara gidip kocaman panda kostümü giyip göbek dansı yapanları, geleneksel kıyafetleri dans edenleri, Mısırlı dansözlerini izleyip, bir şeyler içerek bu beklenmedik güzellikteki bir kaç güne ve Şarm El Şeyh’e veda ettik.

Sabaha karşı 3’de Kahire’ye uçağımız vardı. Heyecanla piramitleri görmek için sabırsızlanıyorduk. Pazarlığımızı yapıp 20 Dolar’a geldiğimiz havaalanına, 5 Dolar’a geri gittik. Kahire’ye, piramitlere adım adım yaklaşıyorduk.

Beni şaşkına çeviren, şok eden Kahireyi bir sonraki yazımda anlatmaya başlayacağım. Takipte kalın.

Görüşmek üzere. Sevgilerimle.

Daha Fazla Göster

İlkgül Karaca

Gazeteci / Yönetici

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu
Kapalı