Köşe Yazıları
OYUK KÖYÜ BARBAROS
Amerika maceralarıma biraz ara verip memleketimden, güzel İzmirimden bahsetmek istiyorum.
3 haftalık, macera dolu, sıcak, yorucu ama bir o kadar da eğlenceli ve güzel anılarla dolu Amerika tatilinden sonra Amsterdam aktarmalı olarak İzmir’e, evime ve anneme kavuştum.
İlk bir hafta jetlag mağduru oldum. Saatler birbirine girdi. Sabahlara kadar uyuyamadım, gündüzleri de günlerin yorgunluğu çıktı. Ancak neredeyse bir hafta sonra kendime gelebildim. Artık İzmir’de turist olma zamanıydı. Instagramda görmüş ve ilgimi çekmişti Barbaros köyü. En sevdiğim ve en yakın arkadaşlarımdan birisi olan, aynı zamanda Üniversite günlerimden arkadaşım Ayşe’ye bahsettim ve bu güzel ve değişik köy’e annelerimizi de alıp gitmeye karar verdik. Barbaros köy’ü Urla’ya bağlı bir köy ve İzmir merkeze yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Ve köylülerin yaptıkları el yapımı korkulukları ile ünlü. Bu köyde korkuluk’a oyuk diyorlarmış. Köy’e girdiğimiz ilk andan itibaren bu korkuluklar bizi karşılamaya başladılar. Hava çok sıcak olduğu için, annelerimizi köyün girişindeki açık hava müzesi ve aynı zamanda cafe olan mekana oturttuk ve biz Ayşe, ben ve Ayşe’nin kardeşi Hülya ile köy meydanına doğru keşfe çıktık.Her köşeden bir ya da bir kaç tane korkuluk çıkıyordu karşımıza. Çok renkli ve değişik korkuluklardı. Bu korkuluklar her yıl yapılan “Oyuk Festivali”nde köylüler tarafından hazırlanıp, sokaklarda yapılan geçit töreninden sonra köyün sokaklarındaki daimi yerlerini alan korkuluklarmış. Bu yıl festival bu geçtiğimiz hafta sonu yapılmış. Bu yıl kaçırdık festivali, biz biraz erken gitmişiz ama köydeki korkuluklar ve duvar süslemeleri festivali aratmadı. Hatta az kalabalık olması hoşumuza bile gitti diyebilirim.
O yüzden biz de bu karşımıza çıkan, kimisi sevimli, kimisi korkunç, kimisi komik olan korkuluklarla doyasıya, rahat rahat fotoğraflar çekilip, köylülerle biraz sohbet edip dolaştık. Köylerini bu şekilde korkuluklarla ve düzenledikleri festival ve açık hava sergileri ile tanıtan köy; aynı zamanda kadınların işlettiği, el emekleri ile açtıkları ev lokantaları ve el işi dükkanları ile de başka köy ve kasabalara çok güzel örnek oluşturuyor. Bir de “Çat Kapı Evleri” denilen sistemleri var bu köyün. Kapılarında bu ibareyi ve “Umduğunu değil, bulduğunu ye, iç, öde” yazısını görürseniz çalın kapılarını ve girin içeriye. Az bir ücret karşılığında köyün en meşhur yemeklerini. katmerlerini tadın. Patlıcan balığı ve karabaşotu reçelini, köye has köy fırınında pişen çalkalamayı, baklava ve ev yapımı buz gibi limonatayı da deneyin. Gönlünüzden ne koparsa verseniz oluyormuş, öyle diyormuş köylüler. Biz annelerimiz bekliyor diye bunu yapamadık. Bir dahaki sefere diyelim. Bu arada isterseniz bu evlerde kalabiliyormuşsunuz da. Aklınızda olsun.
Gezimizi tamamladıktan sonra annelerimizi de alıp köy’e araba ile 5 dakika uzaklıktaki minik bir göletin yanında bulunan cafe restaurant’a gittik. Onlarca kazların, sevimli iki köpek’in eşliğinde yorgunluk çaylarımızı içip İzmir’e doğru ev yoluna düştük.